Enerjisini Üreten Fabrikalar

Türk Tekstilinin Sürdürülebilirlik Yol Haritası

SustexGlobal Kurucu Ortağı & Sürdürülebilirlik Danışmanı Erhan Baykan, Yeşil Mutabakat’ın Türk tekstil sektöründe başlattığı dönüşümü iyi niyetli çevreci adımlardan, kanıt temelli üretim kültürüne geçiş olarak tanımlıyor.

Yeşil Mutabakat’ın giderek keskinleşen regülasyonları, tekstil sektöründe artık yalnızca üretimin nasıl yapıldığını değil, nasıl ölçüldüğünü de merkeze alıyor. Karbonundan suyuna, kimyasalından sosyal etkisine kadar her veri, her kayıt ve her şeffaflık adımı, Türk üreticisini küresel rekabette yeni bir kulvara taşıyor. SustexGlobal Kurucu Ortağı & Sürdürülebilirlik Danışmanı Erhan Baykan, Türkiye tekstilinin bugün karşı karşıya olduğu dönüşümü bir zorunluluk olarak değil, doğru okunduğunda geleceği yeniden kurma fırsatı olarak görüyor.

Yeşil Mutabakat’ın Türkiye özelinde tekstil üreticilerine getirdiği en kritik dönüşüm nedir?

Yeşil Mutabakat Türkiye’de tekstil üretimini sadece çevresel değil, stratejik ve ticari bir dönüşüm sürecine soktu. Artık üreticiler, “nasıl üretiriz” kadar “nasıl ölçeriz, nasıl ispatlarız” sorularına da yanıt vermek zorunda. En kritik dönüşüm, “belgeye dayalı sürdürülebilirlik” kavramıdır. Yani sadece iyi niyetli çevre uygulamaları değil, karbon, su, kimyasal ve sosyal verilerin doğrulanabilir şekilde ölçülmesi ve raporlanması gerekiyor. Bu dönüşüm, Türk üreticiler için aslında bir fırsat. Çünkü kalite kültürünü sürdürülebilirlik kültürüyle birleştirebilen işletmeler, Avrupa pazarında yalnızca tedarikçi değil, çözüm ortağı konumuna yükseliyor.

Regülasyona hazırlık sürecinde şirketlerin günümüzde en çok zorlandığı alanlar hangileri? Bu zorlukları aşma noktasında nasıl aksiyon almalılar?

En büyük zorluk veri yönetimi ve kurumsallaşma eksikliği. Birçok fabrika sürdürülebilirlik adına iyi işler yapıyor, ama bunları ölçemiyor, dokümante edemiyor ve markalara şeffaf biçimde sunamıyor. Bu durum, teknik başarıyı stratejik fırsata dönüştürmeyi engelliyor. Fabrikalar için çözüm, proaktif yönetim sistemleri kurmak. Karbon, su ve enerji ölçüm altyapısını kurmak, sürdürülebilirlik göstergelerini insan kaynakları, üretim ve finansla entegre etmek, yönetim kararlarını artık duygu değil veri üzerinden almak. Bu dönüşümün anahtarı teknoloji değil, zihniyet değişimidir. Sürdürülebilirlik bir departman işi değil, işletme kültürüdür.

Sürdürülebilirlik marka kimliği ve şirket kültürü inşasında da önemli bir rol almaya başladı. Sizce bu yeni rolün en çarpıcı etkileri neler?

Eskiden markalar ürünleriyle konuşurdu; bugün değerleriyle konuşuyorlar. Sürdürülebilirlik, bir firmanın etik omurgasını ve topluma karşı duruşunu görünür kılıyor. Bu da hem çalışan bağlılığını hem de müşteri sadakatini yeniden tanımlıyor. En çarpıcı etki, amaç ekonomisi dediğimiz olgunun yükselmesidir. Artık markalar sadece karla değil, anlamla ölçülüyor. Bu dönüşüm, tekstil sektöründe özellikle Z kuşağı çalışanlar ve tüketiciler nezdinde büyük bir güven parametresi oluşturuyor. Fabrikalar artık sadece üretim alanı değil; bir kültür, değer ve farkındalık merkezi haline geliyor.

Karbon vergisi, Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi yeni kavramlar tekstil üreticisini nasıl konumlandırıyor?

Bu düzenlemeler, Türk üreticiyi hem tehdit hem fırsatın tam ortasında konumlandırıyor. Eğer karbon ölçümleme sistemleri kurulmazsa, ihracatta ciddi maliyet artışları ve rekabet kayıpları kaçınılmaz olacak. Ancak doğru adımlar atılırsa, Türkiye üretim gücünü karbon bilinçli üretimle birleştirerek Avrupa’nın en güvenilir sürdürülebilir tedarikçisi olabilir. Finansal açıdan bakıldığında, karbon vergisi artık gizli bir maliyet kalemi değil, stratejik bir yatırım aracı. Bugün karbon azaltımına yatırım yapan firmalar, yarının düşük maliyetli ve yüksek itibar sahibi üreticileri olacak.

Tekstil sektöründe yeni rekabet avantajı artık sürdürülebilirlik metriğinden mi okunacak?

Kesinlikle evet. Artık kalite, fiyat ve teslim süresi kadar önemli olan yeni bir parametre var: sürdürülebilirlik performansı. Geleceğin rekabeti kim daha çok üretiyor değil, kim daha az iz bırakıyor üzerine kurulacak. Ben bu dönemi sorumlu rekabet çağı olarak adlandırıyorum. Markalar artık tedarikçilerini sadece maliyet verimliliğiyle değil, etik duruşu, sosyal sorumluluğu ve çevresel verisiyle seçiyor. Bu da Türk üreticiler için güçlü bir fırsat: çünkü ülkemizin üretim kültüründe zaten kalite ve esneklik DNA’sı mevcut. Şimdi buna etik üretim disiplini eklendiğinde, küresel ölçekte benzersiz bir avantaj doğuyor.

Tedarik zincirinde karbon emisyonlarını düşürmeye dayalı ölçümleme zorunluluğu arttıkça Türk üreticiler hangi kaslarını geliştirmek zorunda kalacak?

En kritik üç kas: ölçümleme, izlenebilirlik ve dijital raporlama. Fabrikalar artık yalnızca kendi üretim hatlarını değil, tüm tedarik zincirini ölçmek zorunda. Bu da şu becerileri gerektiriyor: LCA (Yaşam Döngüsü Analizi) bakış açısı, dijital veri toplama ve analiz altyapısı, tedarikçilerle veri paylaşımını kolaylaştıran açık sistemli iş modelleri. Bu kasları geliştiremeyen firmalar sürdürülebilirlik raporlamasında dışarıda kalacak. Ancak bu alanlarda güçlenen üreticiler, markaların uzun vadeli tedarikçi listelerine girmede stratejik ortak konumuna yükselecek.

Global pazarda kendine yer edinen Türkiye tekstil tedarik zincirinde, sürdürülebilirlik adımları sonrasında en stratejik kırılgan nokta sizce neresi?

En kırılgan nokta insan faktörü. Türkiye üretim kalitesiyle fark yaratıyor; ancak sürdürülebilirlikte en büyük risk hala insan kaynağı, çalışma koşulları ve kurum içi farkındalık düzeyi. Makine parkuru yenileniyor, kimyasal sistemler modernleşiyor; ama çalışan mutluluğu, etik yönetim, iletişim kültürü aynı hızla dönüşmüyor. Gerçek sürdürülebilirlik, karbon ayak izini değil, emek ayak izini de kapsamalıdır. Benim vizyonumda sürdürülebilir üretim, doğayı koruduğu kadar insan onurunu da koruyan üretimdir. Türkiye bu bilinci sistematik hale getirebilirse, sadece Avrupa’nın değil, dünyanın vicdanlı tedarikçisi olabilir.