Likidite seviyesi ne kadar yüksekse, bir işletmenin veya bir kişinin finansal sağlığı o kadar iyidir. Örneğin, bir şirketin aylık 100.000 TL değerinde kredi ödemesi olduğunu varsayalım. Satışları iyi gidiyor ve şirket kâr ediyor. Aylık 100.000 TL değerindeki yükümlülüğünü yerine getirmede herhangi bir sorunu yok. Belli bir zaman sonra, ekonominin ani bir gerileme yaşadığını varsayalım. İşletmenin ürünlerine olan talep ortadan kalktı, bu nedenle gelir getirmiyor ve kar etmiyor; ancak yine de her ay düzenli olarak gelen kredi faturasını karşılaması gerekiyor.

Ne yazık ki, şirketin elinde sadece 70.000 TL değerinde nakit var ve nakit karşılığında hızlı bir şekilde satmak için hiç likit varlık yok. Kredisini bir ay içinde temerrüde düşürecek. Şimdi, şirketin birkaç gün içinde değerinde ciddi bir kayıp yaşamadan satabileceği 30.000TL değerinde başka likit varlıkları olsaydı, önümüzdeki aylardaki borç yükümlülüklerini yerine getirebilirdi. Likidite, bir bireyin veya şirketin elindeki para miktarını ve/veya varlıklarını hızlı bir şekilde nakde dönüştürme yeteneğini ifade eder.  Aynı şey insanlar için de geçerlidir. Bir birey ne kadar çok birikime sahipse, ipotek, araba kredisi veya kredi kartı faturaları gibi borçlarını ödemeleri de o kadar kolay olur. Bu durum, özellikle bireyin işini veya acil gelir kaynağını kaybetmesi durumunda ortaya çıkar. Ellerinde ne kadar çok nakit ve nakit olarak satabilecekleri likit varlıklar varsa, yeni bir iş ararken borç ödemelerine devam etmeleri o kadar kolay olacaktır.  Firmaların likidite durumlarını analiz etmede cari oran( current ratio), asit baz /likidite oranı ( quick ratio)  ve nakit oran ( cash ratio )  en çok başvurulan oranlar olduğu çoğumuzun malumudur. 
 
(KVYK = Kısa vadeli yabancı kaynaklar)

Her ne kadar bu oranlar kendi dinamiklerine göre sektörden sektöre değişkenlik gösterse de genel olarak cari oran için “2” ve asit test ( likidite ) oranı için “1” ideal seviyeler olarak kabul ediliyor diyebiliriz. Ancak yine de daha doğru bir değerlendirme için aynı sektördeki şirketleri karşılaştırmak yerinde olacaktır. Bunun nedeni, her endüstrinin farklı varlık ve borç gereksinimlerine sahip olmasıdır.
Örneğin, bir tekstil şirketi, bir havayolu şirketi ile aynı şekilde faaliyet göstermez. Bir havayolunun uçak parçaları, büyük bir işgücü ve jet yakıtı gibi satın alma kalemleri bulunurken, tekstil firmasının makine ve boya ürünleri satın alması gerekebilir. Bu nedenle, bir havayolu şirketinin daha yüksek düzeyde borç taşıması doğaldır. Bir şirketin acil nakit ihtiyacı ile bankacıların borç verme konusundaki isteksizliğinin birleşimi genellikle ölümcül bir krizi beraberinde getirir. Sıklıkla "ödeme gücü değil likidite"nin bir işletmeyi öldürdüğü söylenir. Bununla birlikte, bir krizde birçok şirket, "mevcut varlıklarının" umdukları kadar likit olmadığını fark eder.
Öte yandan, hazır nakit seviyesinin fazla yüksek olması da şirketin likiditeye aşırı odaklandığının bir işareti olabilir ve bu, sermayenin etkin kullanımına ve genişlemesine engel teşkil edebilir. Aynı zamanda bu durum kullanılan sermaye getirisinin karlılık oranları gibi şirketin performansının diğer ölçümlerini de dikkate alacak olan analistlere ve yatırımcılara özellikle net kar/özkaynak ( ROE ) açısından olumsuz bir tablo sunabilmektedir.
Son zamanlarda ülekmizde yapılan çalışmalar, sık başvurulan oranlardan biri olan cari oranın finansal başarısızlık tahmininde çok anlamlı sonuçlar vermediğini göstermiştir. Ülkemiz ekonomisinin yine en büyük sorunlarından biri olan kayıt dışılık ve muhasebe sistemindeki açıklıklar sebebiyle dönen varlıklarda gerçeği yansıtmayan sonuçlar çıkabilmektedir. Yine kayıt dışı satış kaynaklı olarak firmaların özellikle stok değerlerinin düzgün işlenmemesi ve bunun sonucunda cari oranı yüksek gösterilerek firmalara likit durumdaymış izlenimi yaratılması ihtimaller dahilindedir.  

Bu duruma benzer bir örnek de firmaların kendi stoğundaki ürünlerinin değerini çoğu zaman yanlış hesap etmesi veya düzgün bir hesaplama metodunu geliştirememesidir. Geçenlerde bir radyo programında denk geldiğim metal sektöründe faaliyet gösteren halka açık bir firmanın yaşadıkları tam da bu konudaki sorunları gözler önüne seriyor. Söz konusu firma başka bir firmayı satın almak istiyor ve doğal olarak alacağı firmanın bilançosunu inceliyor. Bilançosunda yüklü miktarda metal stoğunun bulunduğunu görüyor ve bu stoğu fiziken de görmek istiyor. Satın alınan firma göstermelerinin gereksiz olduğunu, bağımsız denetim firmasından bu doğrultuda alınan raporunun olduğunu, barkod sistemiyle çalıştıklarını ve uluslararası ERP yazılımı kullandıklarını, dolayısıyla yazılı olan stok değerinin doğruluğuna güvenebileceklerini söylüyor. Ancak alıcı firma yine de stoğu görmekte ısrar ediyor ve nihayet stok alanına giriyorlar. Buraya geldiklerinde karşılaştıkları tablodan hemen stok miktarının şişirilmiş olduğunu anlıyorlar. İşin daha da ilginci miktarla ilgili karşılıklı iddialaşma sonucunda stoktaki ürünlerin tek tek ağırlık ölçümünü de yapıyorlar ve malzeme miktarına kıyasla ağırlık oldukça fazla çıkıyor. En nihayetinde ölçümlerin yapıldığı cihazın kalibrasyonunda ciddi bir sorun olduğu anlaşılıyor ve tüm ölçüm işlemlerini kendi üzerlerine alarak doğru tespiti yapana kadar satın alma işlemini erteliyorlar.  Firmalar dönen varlıklar içerisinde yer alan ticari alacaklar için de kasten veya işlem hatası sonucu uzun vadeli alacak bakiyelerini ve/veya tahsili imkansız hale gelmiş bakiyeleri görüntüleyebilirler. Bu ve benzeri durumlarda doğru ve etkin bir likidite değerlendirmesinin yapılabilmesi için alacak devir süresi ve stok devir hızını da analizlere dahil etmek son derece önemlidir. Buradan elde edilecek değerler firmanın kısa vadeli yükümlülüklerinin karşılanmasında alacak ve stokların nakde ne sürede çevrilebileceğine ve dolayısıyla likidite sıkışıklığı yaşanma ihtimaline dair bilgiler sağlayacaktır. 

•    Stok Devir Hızı = [Satışların Maliyeti / Ortalama Stoklar].  
•    Ortalama Stokta Kalma Süresi = (360/stok devir hızı)
•    Alacak devir süresi : (Ticari alacaklar ÷ Yıllık satış hacmi ) × 365

Peki, bu gerçeklerden hareketle firma finansal sağlığı açısından çok önemli bir yeri olan nakit akışı ve hazır bulunabilirliğini sağlamak için firmalar kendi iç yapılarında ne gibi önlemler alabilir ve hangi hatalarını düzelterek bu kaynakları artırabilirler. Bu noktada Insead Profesörlerinden Kevin Kaiser ve David Young’ın saptadığı altı hataya birlikte göz atalım. 

•    Hata1      - Sadece gelir gider tablosundan değerlendirme sonuçlarına varmak
Gelir gider tablosunun kar- zarar odaklı olması ve mevcut stok değeri gibi bir çok önemli veriyi içermemesi finansal durum hakkında yanıltıcı veya eksik sonuçlara varmamıza yol açabilir.  

•    Hata2 – Satış ekibini ve hatta ilgili tüm ekipleri sadece satış rakamına veya büyümeye bağlı olarak ödüllendirmek. 
Burada da en büyük hata tahsilat performansının hesaba katılmamasından kaynaklı “satış olsun hedefler tutusun da ne olursa olsun” yaklaşımıdır. Halbuki tasarruflar ve tahsilatlar üzerinden de ödüllendirme politikası uygulanması, ekibe güçlü finansal yapının en az satış rakamları kadar önemli olduğu mesajını iletmek açısından önemlidir.  

•    Hata3  - Üretim kalitesinin fiyatta ve pazarda karşılığını bulabilmesi.
Imalat yapan firmalarda, üretimdeki çalışanların performansları üretim ve ürün kalitesi üzerinden değerlendirilebilmektedir. Dolayısıyla üretimde çok az fire verilmesi veya ürünün bir çok kez test edilerek süreçlerden geçirilmesi kalite perfomansı açısından olumlu değerlendirilebilir ancak bu durumun ürün fiyatında da karşılık bulması bir diğer deyişle pazar tarafından fark ve kabul edilebilir olması gerekir. Bu katma değer, alıcı tarafında anlaşılmıyor veya kabul görmüyorsa bu durumda fiyat olarak bu ekstra süreçler karşılık bulmayabilir. Bu durumun iyi analiz edilmesi gerekmektedir.  

•    Hata4 – Alacaklar ile borçların koşullarını aynı tutmak
Tedarik zinciri boyunca firmalar ölçek ve yapılarına göre farklı ödeme koşulları ile çalışabilir. Genelde satın almada çalışılan koşullar ile satış süreçlerindeki koşuların aynı veya benzer olduğu düşünülür ancak bu düşünce gerçekle örtüşmeyebildiği gibi örtüşmesi de gerekmiyor. Örneğin fast food zincirlerini dikkate alırsak tedarikçilerine 60 gün gibi vadelerde ödeme yaptıklarını ancak müşterilerinden direk nakit olarak ödeme aldıklarını görürüz. Aynı şekilde 120 gün vade ile çalışan bazı firmaların radikal kararlar alarak vade ortalamasını yarı yarıya düşürdüğünde satışlarının çok fazla etkilenmediği örneklere çokça rastlanmıştır. Tabi burada bu firmaların müşteri memnuniyeti yüksek firmalar olduğunu da belirtmek gerekir. 

•    Hata5- Finansal  oranlara gereğinden fazla kafa yormak
Özellikle bankacıların kredi değerlendrime süreçlerinde sıklıkla kullandığı oranlar da yanıltıcı sonuçlar doğurabilmektedir. Stokların da hesaba katıldığı asit test(likidite) oranı değerini düşürmek uğruna stoklar hızlıca satılarak alacaklar seviyesi gelişigüzel olarak artabilir ve bu da bir kriz durumunda firmayı yine darboğaza sokabilir. 
Günümüzde yöneticiler bu oranlar yerine nakit akışını sağlayacak daha Pratik önlemlere yönelme eğilimindeler. Oranların tek başına bizi yanlış yönlendirebilieceğine bir örnek olarak; bir Fransız tüketim malları üreticisi 2001 yılında sermayelerini 1 mil Euro’dan 4 mil Euro’ya çıkartirken cari oranı %110 dan %200 e ve asit test(likidite) oranını %35 den 100 e çıkardığını duyuruyor. Ancak bu açıklamadan sadece ve sadece 6 ay sonra şirket iflasını açıklamak zorunda kalıyor. 

•    Hata6- Firma çalışma ( metrik ) verilerini sadece sektörel bazda değerlendirmek. 
Amerikalıların çok sevdiği “think outside of the box-kutunun dışında düşün” deyimi burada bir hayli işe yarıyabiliyor çünkü yöneticiler genellikle değerlendirme ve kıyaslamaları kendi sektörlerindeki normlara göre yapıyorlar. Bu aslında bir bakıma doğru olsa da zamanla komfor alanı yaratarak işleyişteki bir çok eksiğin görülmemesini ve iyileştirme süreçlerinin sekteye uğramasına sebep oluyor. Buna örnek olarak sektör ve ölçek gözetmeksizin iyi modelleri araştıran ve sürekli geliştirme ve iyileştrime prensibi ile çalışan Japon otomobil firmaları ve fabrikalarını gösterebiliriz. 

Firmalarda hazır nakit yaratmanın yöntemleri elbette daha da çoğaltılabilir. Burada önemli olan tüm faaliyetlerde nakit akışını da göz önünde bulundurmak ve farkındalık yaratarak olası darboğazlara karşı tetikte olmak. 
Pandemi, mali kriz, devalüasyon gibi ekonomik çalkantıların artık yoğun olarak yaşandığı günümüz şartlarında likidite konusu hiç olmadığı kadar önemli bir noktaya gelmiş bulunuyor. Satış ve kar kadar dile getirilmesine alışık olmadığımız likidite öyle görülüyor ki önümüzdeki süreçte daha da ölçülebilir ve iyileştirilebilir bir hale gelerek performans değerlendirmesinin ve hedeflerin ayrılmaz bir parçası olacak.